Yıkımdan Sonra (Deneme)

Burak Selim Şenyurt
11 min readMay 10, 2020

Gün ağarmasına bir saatten az kalmıştı. Yeraltına inmek için en uygun aralık bu vakitlerdi. Devriye atan nöbetçiler uzun gecenin yorgunluğunu üzerlerinde taşırken çok daha dikkatsiz oluyordu. Karanlık sokaklardaki hareketli gölgeleri fark etme ihtimalleri epeyce azdı. En azından Nejat böyle olmasını ümit ediyordu. Ehemmiyeti elden bırakmadan sakin ama sık adımlarla yıkık harabelerin arasından çömelerek yürümeye devam etti. Geçen ay boyunca birkaç kez Ragıp’ın bahsettiği bu giriş yerine farklı yollardan ulaşmaya çalışmış ama bir türlü başaramamıştı. Bu kez farklı bir güzergahı deniyordu.

Uzun zaman önce 2195 yılında Nisan’la ile kez buluştuğu pastanenin hemen altında onu doğrudan Ragıp’ın bahsettiği geçite götürebilecek az hasarlı bir LTV vardı. Birer dilim kakaolu kek yemiş ve limonata içmişlerdi. Uzun süre konuşmadan oturmuş ama her göz göze geldiklerinde birbirlerine sımsıcak tebessümlerini hediye etmişlerdi. O güzel anıların üstünden geçen 30 yıldan sonra yine o pastanenin yakınlarında olması gerekiyordu. Aslında o bölgeden geçmek özellikle onun için çok tehlikeliydi. Bunun gibi geçmişin izlerini taşıyan yerlerden uzak durması gerektiği ona defalarca söylenmişti. Birkaç sene önce kaybettikleri mahallenin en yaşlısı Kazım Baba son anlarında şöyle fısıldamıştı ona “Sabah gün doğumundan önceki birkaç dakika en uygun vakittir aradığın dehlizlere inmen için. Sırtını duvara yakın tut, sabırlı ol ve asla geçmişinin peşinden gitme!” Bu nasihati boşa değildi. Pastane çevresinde saklanan Yıkım Fedaileri ansızın karşısına çıkabilir ve onu sonun gelmesi için ne kadar süre bekleyeceğini bilmeden acılar içinde kalan bir Ölemeyene dönüştürebilirdi.

Yıkım Fedailerinden kaçmak neredeyse imkansızdır. Her insan kokusunu alır, en kısık sesleri duyar ama en çok da hatıraları hissederler. Onların beslendiği tek şey budur işte. Hatıralar. Bazen sevdiğiniz birinin üzüntüsü bazen karıştığınız bir kavgada verdiğiniz zarar bazen de daha küçük bir çocukken aldığınız cezaya neden olan suçunuzun bıraktığı geçmişin kırıntılarıdır onların nefsini kabartan. Nejat için Manolya pastanesi Nisan ile geçirdiği sayısız gençlik anısının olduğu kutsal bir yerdi adeta ama şimdi tatlı anıları değil keder dolu olanları sahiplenmişti. Bu anıları gözeten en az bir Fedai hala oralarda dolanıyor olabilirdi. Telsiz yayınından gelen son haberler Yıkım Fedailerinin azaldığını söylese de kimse bundan emin değildi. Doğrusunu ancak Profesör Matilda Gunnarson bilebilirdi ki onu da yıllardır gören olmamıştı.

Mıntıkadan uzak durmak Nejat ve ailesinin güvende kalması için yeterliydi ama bugün onun bu tehlikeyi göze alması gerekiyordu. Daha önce defalarca yer altına inmiş fakat bunu şehrin en güvenli bölgelerinden yapmıştı. Genellikle Saraçhane’deki Bıçakçı Alaaddin Cami geçitini kullanırdı. O bölgede neredeyse hiç anısı yoktu. Bu yüzden gündüz vakti bile dikkat çekmeden yürüyerek ulaşabilirdi. Yol boyunca karşısına çıkan nöbetçiler onu pek umursamazdı. Ailesinin ve oturduğu apartmandaki sakinlerin temel ihtiyaçlarını karşılamak için ayda bir defa yer altına inerdi ama durum şimdi farklıydı. Ragıp’a göre Ustura en son Yeni Şeyhli Mezarlığı civarlarında görülmüştü. Oraya en yakın çıkış Bostancı geçitiydi ve buraya ulaşmak için Nejat’ın pastanenin altındaki LTV’yi alıp Aziz Stephen Katapultunu kullanarak tüpün içinden gitmesi gerekiyordu.

Sorun şu ki LTV’nin çalışır halde olduğunun bir garantisi yoktu. Şu an için en hızlı ulaşım alternatifiydi sadece. Diğer bir yol ise yer altı sistemini kullanmaktı. Aziz Stephen’dan girecek, Kız Kulesi Ambar hattı üstünden en az otuz altı durağı yürüyerek kat edip Bostancı geçitinden çıkacaktı. Bu kadar uzak bir mesafeyi sağ salim geçmesi mucize olurdu. Çünkü yer altı, şehrin sadece gözü kara insanlarının uğrak yeriydi. Eski metro hatlarının kilometrelerce uzayan rayları şehrin yasadışı ticaretinin de işlediği bir başka yer haline gelmişti. İnsanoğlu son asır boyunca ülkeleri metro ağları ile birbirlerine bağlamayı başarmıştı. Bir zamanlar insanları oradan oraya taşıyan metro ağlarının bu hale geleceğini ise kimse öngörememişti. Dünyada İstanbul gibi ayakta kalan pek az şehir vardı ve hepsinde durum aynıydı. Buğday, bal, elma, pamuk, odun gibi birçok malzeme artık yer altı dünyasının kontrolündeydi. Karanlık dehlizlerin, çıkmaz tünellerin, haritada var olmayan istasyonların olduğu bu yerde iki tür insan boy gösterirdi. Tedarikçiler ve köleler. Eğer bir tedarikçi değilseniz köleydiniz. Yüzeyde yaşayan normal bir insan olsanız bile yer altına indiğiniz andan itibaren sadece köleydiniz. Hatta Tedarikçi iseniz bile aslında İstanbul’da bilinen beş isme çalışan bir köle olabilirdiniz. Herkes onlara çalışıyordu. Cingöz Pelin, Kadırgalı Salih, Sapan Davut, Kosovalı Sıdıka ve tabii liderleri olan German Yusuf.

Büyük Yıkım öncesi ünlü bilim insanlarının yapamadığını yapan Kaşgarlı Hatice zamanında Kız Kulesi altına büyük bir ambar inşa ettirmiş ve onu ana gıda hattıyla bağlamayı başarmıştı. Yerin sıcak katmanlarına doğru inen bu ambar tam otuz dört kattan oluşuyordu. Her katın tavan yüksekliği beş metreydi. Diğer bölgelerden gelen süt mısırları, koyu kırmızı Amasra elmaları, Kars balları, Etiyopya patatesleri ve taze Konya buğdayı ile İstanbul’un bir milyonu aşmayan nüfusunun yiyecek ihtiyacının büyük bir kısmı burada depolanıyordu. Hatta senede iki kez Yemen sahasından gelen taze kahve çekirdekleri bile oluyordu.

Ambarın sahibi German Yusuf aile yadigarı mesleğini icra eden nadir kişilerden birisiydi. Yüzünü kimseye göstermez işlerini yaveri Dilsiz Recep aracılığıyla yürütür ve bu yüzden tam olarak nasıl bir siması olduğu bilinmezdi. Sadece söylentiler vardı. Yıkımdan önce gelmekte olan felaketi sezip yer altına indiği, Kaşgarlı Hatice’den hile yaptığı bir kumar oyununda bu ambar silosunu aldığı ve diğer tedarikçileri topladığı Efendiler örgütünü kurduğuna dair söylentiler. Yıllarca süren dedikodular o kadar etkili olmuştu ki Asya Avrupa Gıda Rayındaki ticaretin en önemli dağıtıcısı haline gelmişti. Pek tabii malları kaliteli olduğu gibi bedeli de bir o kadar yüksekti. Takas edecek iyi bir şeyleriniz olması gerekirdi. Bir keresinde çok zor durumda kalan bir kadın aylık erzak alabilmek için sol kolunu feda etmeyi kabul etmişti. Sağlıklı bir kol pekâlâ Eksik Uzuvlar Piyasası’nda çok değerliydi. Çünkü başka bir eksik vücudu tamamlayabilirdi. Söylendiğine göre kadının kolu Tokyo Ulusal Sahasındaki biri tarafından satın alınmıştı.

İşte yer altı böylesine tuhaf bir yerdi. Kendi doğası ve kuralları vardı. Herkesin kabullenemeyeceği kurallardı. Bundandır ki yer altı hiçbir zaman güçsüzlere göre bir yer olmamıştı. Burası, hırsızlarla paralı askerlerin çıkarları uğruna kol kola gezdiği, yanlışların doğru kabul edildiği, yüzeydeki nöbetçilerin hiçbir iç meselesine karışamadığı, Efendilerin hanedanlığını sürdüğü karanlık dehlizlerden ibaretti. Burada hayatta kalmanın ve sürekli yaşamanın tek istisnası ise ticaret yapan tarafta olmaktı.

Nejat yer altına indiği zamanlarda German Yusuf’a göre daha uygun koşullarda satış yapan Kosovalı Sıdıka’ya uğrardı. Önce Kasımpaşa’da eskiden kaporta ustası olarak çalıştığı ama artık yıkık dökük bir harabeye dönmüş olan Tamirci Recep’in dükkanına uğrar, şimdilik kimsenin bulamadığı zulasından birkaç gramlık demir kalıbı ceplerine doldurup doğruca Bıçakçı Alaaddin Cami geçitine giderdi. Oradan yer altına geçip birkaç saatlik zorlu yürüyüş sonrası Sıdıka’nın ambarına varırdı. Kosovalı Sıdıka, Pierre Loti’nin birkaç yüz metre altındaki ambarlarda yaşıyordu. Oraya ulaşmak çok kolay değildi, Asya Avrupa Gıda Rayının uzağında kalıyordu ve mallarının kalitesi pek iyi değildi. İşte bu yüzden fiyatları German Yusuf’a göre daha uygundu. Ayrıca Nejat’la Sıdıka çocukluk arkadaşıydı. Nejat, büyük yıkımın hemen sonrasındaki birkaç ay boyunca onu evinde saklamış ve başına bir şey gelmesini engellemişti. Sıdıka bu yüzden kendisini ona karşı hep borçlu hissetmiş, sahip olduğu malların fiyatını Nejat için çok daha aşağıya çekmişti. Nejat ne zaman gelse “Hoş geldin kınalı kuzum” diyerek ona uzun uzun sarılırdı. Hatta Kosovalı onu o kadar çok severdi ki son gelişinde tek gram demir dahi almamıştı. O gün yiyecekleri teslim ederken araya iki muz koymuş ve “Bunlar doğacak yeni çocuğun için eşine çam sakızı çoban armağanı” demiş ve ardından koca bir kahkaha patlatmıştı. Kosovalı ve kahkahaları. Eğer yüzeyde yaşasa onlarca blok ötedeki Yıkım Fedaileri tarafından duyulabilecek kadar gür kahkahaları…

Nejat, Sıdıka’ya yaptığı o son ziyaretin gerçekten de son olduğunu tahmin bile edemezdi. Ziyareti sırasında Şermin henüz dört aylık hamileydi. Ama artık doğum yakındı. Nejat, bunun ne demek olduğunu çok iyi biliyordu. Çocuk yer altında doğmalıydı. Büyük yıkımdan sonra bir çocuğun yer altında doğması pek alışıldık bir şey değildi. Orası yeni doğacak bir çocuk için çok tehlikeliydi. Hele ki sıradan bir yüzey insanının çocuğunun orada doğup hayatta kalması imkansızdı. Elde ne kadar değerli metal olursa olsun bir çocuğun yer altında doğması ve hayatta kalması için yeterli olmayacağı söylenirdi. Kimse asıl bedelin ne olduğunu bilmezdi. Ta ki Leninli Ragıp yoldaşım dediği Nejat’a bunun aksini söyleyene kadar.

Ragıp yer altında doğan bir çocuğun tam dokunulmazlıkla koruma altına alınıp büyütülebileceğinin mümkün olduğunu ama bunun için ne gerektiğini ancak Ustura’nın bileceğini söylemişti. Onun bu bilgiye nasıl sahip olduğunu hiçbir zaman sorgulamamıştı Nejat ama Ustura yer altının en tehlikeli adamıydı. German Yusuf ne zaman ödemesi gecikmiş bir alacağını tahsil etmek istese ona başvururdu. Söylentilere göre bir Yıkım Fedaisini elindeki ustura ile tek başına bitirdiği için ona Ustura diye hitap ediliyordu. Hakkında bilinen tek şey eskiden berber olduğuydu. Asıl adını ve nereden geldiğini ise kimse bilmiyordu. Eğer Ragıp söylediklerinde haklıysa Nejat’ın tek çaresi bu adam olabilirdi.

İşte tüm bu kaos ve yaşananlardan sonra her şeyi göze alan Nejat nihayet Manolya Pastanesinin az ilerisine varmıştı. Yavaşça olduğu yere çömeldi. Dizlerinde pek derman kalmamıştı. Aziz Stephen’dan çıktığından beri belki on bloktur yıkıntıların arasından ses çıkarmadan yürümüştü. Buraya kadar gelebilmesi bile büyük başarıydı. Doğacak tatlı mucizeyi düşündü. Tek yapması gereken pastanenin altına açılan kapıdan içeri girmek, LTV’yi çalıştırıp katapulta doğru sürmekti. Nöbetçiler henüz yerlerine dönmemişti ama acele etmeliydi. Kendini iyice sakinleştirdi, nefesini düzenledi, kalp atışlarının duyulamayacak kadar hafif çarpması için bir süre bekledi. Derken olduğu yerde doğruldu ve ilk adımını atmak üzereyken omuzundan yakalayan bir elle irkildi.

-Dur yoldaş! Sakın gitme.
-Ragıp! Ne işin var senin burada be adam.
-Şşşt! Sessiz ol. Hemen eğil yoksa bizi görecek. Bak, işte tam şurada. Gördün mü?
-Hayır, hiçbir şey görmüyorum ben.
-Penceredeki dalgalanmayı fark etmedin mi? İyice bak.

O anda Nejat olduğu yerde kalakaldı. Hatıralarla beslenen Yıkım Fedaileri sabah ezanının yaklaştığı vakitlerde insanlara pek saldırmazdı. Hatta gün doğumuna yakın becerilerini neredeyse hiç kullanamayacak kadar zayıf oldukları söyleniyordu. Lakin kamufle olmak konusunda ne kadar sinsi oldukları da biliniyordu. Bu şeytani varlık kendini ustaca gizlemiş ve pencere önünde öylece duruyordu. Belli belirsiz görünen dalgalanma bunun kanıtıydı. Sanki camın dışına saydam bir perde takmışlar yaz esintisinde hafif hafif salınıyor gibiydi. Sadece özel teçhizatlı bir nöbetçi veya onları yakından tanıyan Ragıp gibilerin fark edeceği bir ayrıntıydı. Gerçek şuydu ki orada bir Yıkım Fedaisi vardı ve Nejat’ ın umutları bir anda sönmüştü. Ustura’ya ulaşamazsa çocuğunun yer altında doğma şansı yoktu. Leninli Ragıp, Nejat’ın kulağına bir kez daha fısıldadı; ”Bir yol daha biliyorum. Beni takip et.”

̶D̶e̶v̶a̶m̶ ̶e̶d̶e̶c̶e̶k̶ EDEMEDİ!

Çünkü Yazmak Zor İş!

Küçük bir çocukken günlük tutardım. İlkokulda kompozisyonlar hazırlar öğretmenime verirdim. Ortaokul ve Lise sıralarında mektup arkadaşlarım vardı. Hatta üniversitede bile mektuplaştığım arkadaşlarım oldu. Uzun uzun yazardım. Üniversite bitince de yazmaya devam ettim. Mesleki konularda bir şeyler karalıyor programlama anlatıyor ama sonuçta bir şeyler yazıyordum işte… İyi hissettiriyordu bir şeyler yazmak. Yazamasam bile okuduklarımdan, izlediklerimden notlar almayı adet edindim yaşlandıkça.

Nadir de olsa bu yazma alışkanlığı beni dürter ve bir anda kendimi bilgisayar başında yazarken bulurum. Son zamanlarda birkaç denemem oldu ama nedense istediğim özgünlüğü, tarzı, kaliteyi yakalayamadım. Sebat etmek gerekiyordu fazlasıyla. Çok yazıldı çizildi yazmak konusunda. Yazarken bunlara dikkat edilmeli denildi ama esaslı bir şeyler yazmak, örneğin bir roman ya da bir kurgu…Bu birden fazla disilpini aynı anda yürütmeyi gerektiren bir şey. İyi araştırmak, sabır etmek, sürekli yazmak(Bende eksik olan son ikisiydi)

Yukarıda ilk bölümünü okuduğunuz kurgusal denemem olan Yıkımdan Sonrada bunu açıkça gördüm. Gerek kurguyu tasarlarken ki zorlanışımdan gerek bitirdikten sonra paylaştığım çevrelerden aldığım geri bildirimlerden…Oysa ki çok heyecanlı başlamıştı hikayem. Bir iki karakterle başlayan kurgum cümleler ilerledikçe, yazının üstünden tekrar tekrar geçtikçe bambaşka bir çehreye bürünmüştü. Baktım iş olacak gibi değil. Aldım kağıdı kalemi başladım çizmeye. Az yukarı baktığınızda göreceğiniz kargacık burgacık yazılarla ilk taslağı çıktı hikayenin. Çizerken bilgisayarda Google Maps’i açtım İstanbul’un hikayede gizem uyandıracak ilginç yerlerini aradım. Bir Quantum deneyi sonrası işlerin ters gitmesiyle birlikte yer altına mahkum olmuş bir şehrin hikayesi olacaktı bu.

İlk bölümü yazmak benim için zor ama bir o kadar da heyecanlıydı. Keyif almıştım yazıp çizerken…Kendim bile şaşırdım düşündüğüm karakterlere ve pek tabii onların başına açmayı planladığım işlere. Ancak en önemli şey geri bildirimlerdi. İlerde gerçekten okumaya değer bir kurgu yazmak istiyorsam bunun gibi denemelere gelecek her tür bildirim mühimdi. Pozitif ve motive edici eleştirilerden ziyade kusurların vurgulandığı eleştiriler de mühimdi. Sağolsun çevrem bu gibi konularda eleştirisini sakınmadan söyleyecek dostlarla dolu. Fark ettim ki yazdıklarım birçok arkadaşımda çeşitli filmlerden ve kitaplardan benzer çağrışımlar yapmıştı. Karakter sayısı fazlaydı ve bazılarının hayatlarına ait verdiğim ipuçları asıl sürprizleri bozuyordu. Hatta çok uzak bir gelecekte geçen bu hikayede dilin tarzına bile çalışmam gerektiğini anlamıştım. Karakter isimlerinden tutun da bazı deyimlerin kullanılışına kadar.

Ben istediğim kadar özgün bir kurgu tasarladığımı düşünsem de bu büyük bir yanılsamaydı. Sonuçta anladım ki yazmak zor ama kurgu üstüne yazmak çok daha zor işmiş be arkadaş :) Şimdi gelde o kurgu yazarlarına, oyun senaristlerine hayran kalma.

Yine de heyecanlı günler geçirdim. Keyif aldım. Motive oldum. Geriye tebessümle bıraktığım kurgunun karakterleri kaldı.

Karakterler

Nejat, Kasımpaşa’nın eskilerinden yetenekli bir otomobil tamircisi. Eşi Şermin ile Beyoğlu Peşkirci Sokak’taki eski bir evde yaşıyor. Eşiyle tanışmadan önce Nisan ile yaşadığı büyük bir aşk var. Manolya Pastanesindeki geçmiş anıları yakasını bırakmıyor. Nisan ile pek de iyi ayrılmamışlar. Nisan bu ayrılıktan bir kaç gün sonra hayatını kaybediyor(Nasıl kaybediyor?)

Nisan, Manolya pastanesinde yaşanan olay sonrası hayatını kaybetmiş. Nejat’ın gençlik yıllarındaki büyük aşkı. Pastane, Nejat’ın Nisan’ı üzdüğü bir anıyı sahiplenmiş Yıkım Fedaisi korumasında. Nisan’ın babası Bulgar ve Aziz Stephen Kilisesinin baş rahibi. Annesi ise Batı Trakya Türklerinden. Nisan’ın kaybından sonra Babası Kilise görevine devam etmiş ama annesi kısa süre sonra kederden hayatını kaybetmiş…

Leninli Ragıp, yıkık dökük harabelerde bulduğu dergilerde okuduklarının etkisinde kalıp kendisini Leninli Komünist diye tanıtan Nejat’ın çocukluk arkadaşı.

Kosovalı Sıdıka, Pierre Loti’nin oldukça derinlerindeki ambarların sahibi. Nejat’ın eski arkadaşlarından. Büyük Yıkım’dan sonra Nejat onu korumak için evinde saklamış(Neden saklama gereği duymuş?) Hanına gitmek için Alaaddin Camii Geçitini kullanmak gerekiyor.

Ustura , Adını kimse bilmiyor. Eskiden berber olduğu söyleniyor. Bir keresinde bir Yıkım Fedaisini usturası ile yok ettiği için bu ünvanı aldığı belirtiliyor. Bostancı Kapısından girdikten sonra eğer hayatta kalmayı başarırsanız onu görme şansınız olduğu söyleniyor lakin sabit bir yeri de yok. Aynı gün hem Süveyş Portalı hem Lizbon Sahasında olduğuna dair söylentiler mevcut (Süveyş Portalı, Lizbon Sahası…Nedir bunlar?)

German Yusuf, Belki de Asya Avrupa Gıda Rayı’nın en büyük dağıtıcısı. Zamanında akıl edip yer altına iniyor ve Kaşgarlı Hatice’den kumar masasında yaptığı hile ile Kız Kulesi altındaki dev ambarları alıyor. German Yusuf Tedarikçilerin başındaki adam. İstanbul bölgesinde bilinen beş tedarikçi var. Onların en güçlüsü. Diğer tedarikçiler ise Cingöz Pelin, Kadırgalı Salih, Sapan Davut ve Kosovalı Sıdıka.

Dilsiz Recep, German Yusuf’un yaveri. Tüm ticaret anlaşmalarını onun namına yapar. Hiç konuşmadığı için Dilsiz lakabını almıştır. Söylentilere göreyse dilini German Yusuf kesmiştir. Birkaç el hareketi veya bakışı ile ne istediğini kolayca anlatır.

Kazım Baba, ???

Tamirci Recep, ???

İsveçli Profesör Matilda Gunnarson, Kuantum fizikçisi ve kara delik uzmanı. Büyük Molekül Deneyi ile çekincelerini dile getirdiği bir teorisi var ama bilim camiasınca alay konusu edilmiş. Oysa ki atomların kararsız parçalanmalarının farklı paradokslar yaratacağını ve dünya dışı vektörleri(o da ne?) bulunduğumuz zamana getireceğinde haklı çıkmıştı.

Diğer Şeyler

LJV, Light Jump Vehicle…Katapultu(Bunun yerine sapan mı desek acaba?) bulunan yer altı girişleri arası atlama yapmaya imkan tanıyan iki kişilik hafif transfer araçları. Eski uygarlıkta çok özel şahısların kullanabildiği ama yeni dünyada hasarlı olup çalışanının az bulunduğu araçlar. Bu araçla örneğin, Aziz Stephen’den girip Bostancı’dan çıkmak sadece 34 saniye (Elon’un aklını seveyim)

Eksik Uzuvlar Piyasası, Dünyanın içinde bulunduğu durum çok acı verici bir hal almış durumda. Bir çok yerde iç organ ticareti yapılıyor. Kol, el, bacak, omurilik gibi vücut parçalarının başka bedenlere nakledilmesi bir asırdan fazla süredir mümkün. Pek çok tedarikçi uzuv takasını kullanmıyor olsa da German Yusuf bunun tam aksini yapıyor.

Büyük Yıkım, Büyük Molekül Deneyi(BMD) sonrası dünyayı kasıp kavuran kaos. (Quantum ilkeleri ile Einstein’ın çekincelerini harmanlayıp bir kaos ortamı oluşturmam lazım)

Yıkım Fedaisi, BMD sonrası ortaya çıkmış varlıklar. Deney sırasında yaşanan patlamadan sonra o bölgedeki 50 kilometre karelik alandaki insanların anında Yıkım Fedaisine dönüştüğü söyleniyor.

Ölemeyen, Bir Yıkım Fedaisince yakalananların dönüştürüldüğü varlık. Molekül deneyinin ters tepkimesi sonucu ortaya çıkan Yıkım Fedaileri yakaladığı insanları garip bir varlığa dönüştürmektedir. Dönüşen insanların vücutlarındaki atomlar bir ayrılıp bir birleşirler. Ne öte dünyaya kavuşabilirler ne bu dünyada tutunabilirler. Bu tam çözülememe hali Kuantum Fizikçisi İsveçli Profesör Matilda Gunnarson tarafından teorik olarak zamanında dile getirilmiş olsa da insanlar onu çılgın olarak nitelendirdiği için dikkate alınmamıştır.

Nöbetçiler, doğar doğmaz ailelerinden koparılan fakir çocukları yetiştirdikten sonra yer altı ile şehrin arasındaki geçişleri kontrol etmek üzere görev alırlar. Ailelerini bilmezler. Hatıraları doğdukları andan itibaren uygulanan ilaç tedavileri ile yok edilir. Bu nedenle Yıkım Fedailerinin ilgisini çekmezler. Doğduktan sadece birkaç ay sonra yetişkin beden vücuduna ulaşırlar ve birçok dövüş sanatı ile ateşli silah kullanımını bilirler.

--

--

Burak Selim Şenyurt

Matematik Mühendisi, MBAci, eski MVP, blogger(buraksenyurt.com) ve öğrenmeyi seven meraklı bir programcı.